Kayıtlar

O Piç

                      Ölüm gidene değil kalana zordur.   Yine Eylül ayının o klasik zamanlarındaydık. Boğucu çoğu insanın içine huzur veren fakat benim içimi karartan sağanak yağmurlu günlerdendi. O kabus gibi gelen ölümün ardından sadece vestiyerde bıraktığı kokusu hala üzerinde duran turuncu palto vardı. Nasıl yaptığını hala düşünüyorum. Mutluydu ya da ben öyle zannediyordum. Değildi! Benim gibi dengesiz bir adamla yaşamak zordu çok zordu. O benimleyken bir tabak zehire ekmek doğramak zorunda bırakmıştım. Meğerse zorunda gibi hissediyormuş kendini gram mutlu değilmiş. Zaten şayet mutlu olsaydı eğer o gece ‘’pilav lapa olmuş Beste’’ dedim diye bir anda yemek   masasından kalkıp bugün ki gibi bir havada paltosunu dahi almadan çıkıp gitmezdi dahası her zaman o el ele gittiğimiz Poyrazköy tepesinden kendini kayalıklardan aşağı bırakmazdı. Bana bu illet acıyı yaşatmazdı. Hala ölüm haberini aldığım günden beri uyumaktan korkarım. Kabuslarımın içinde beni boğmasını görmekten, soğuk soğuk

Kahve ve Aşk Üzerine

 30.01.2019   Geceleri daha sessizdir mutfak. Her dokunulan objenin sesi daha belirgin gelir kulağa. Tıpkı aklımızda dolanan düşüncelerin seslerinin daha da belirginleşip kendini filizlendirmesi gibi...    Geceleri uyumamaktan yanayım çünkü insan en çok bu saatlerde kendini tanır. Bundandır ki saat gecenin ikisi olmasına rağmen kendime sade bir türk kahvesi yapmak üzere mutfaktayım. *   Sevgilimle yaşadığım zamanlarda bu mutfakta hem kahve pişirir hem de çay demlerdim. Eskiden bu evde arka fonda çalan müziğin haricinde fikirlerini beyan eden tok bir erkek sesi olurdu ve ben kendi fikirlerimi susturup onun fikirlerini dinlemeyi öğretirdim kendime. Şimdilerde iç sesim ve devamlı çalan arka fon müziği var hayatımda. Şimdilerde bu evde sadece kendi fikirlerimle var oluyorum. Karşımdaki kişiyi dinlemeyi öyle ezberletmişim ki kendime iç sesimin tonunu dahi unutmuşum. Fark etmem gereken hiçbir şeyi fark edememişim.   -Mesela kahvenin üç dakika içerisinde taştığını kaçırmışım gözümde

Yabani Fesleğen

Resim
          Beynine kilit vurulmuşken küçük bir an açıverir o kilidi ve usul usuz sızar içeri, oysa sen   bunca şeye kilit vurduğunu bile unuttun, öyle ya unutmadın da bu duyguları tekrar duymak istediğini unuttun, duyusal hafızan uyandı…     İşte o kilit bir kez oynarsa yerinden her şey başa sarar. Anılar teker teker hatırlanır çocukluğundan şu zamanına kadar olan her şey gün yüzüne çıkar, işte işin içine kalıcı bellek girdi demektir. Oysa kontrol edebilseydin eğer belleklerini   kısa süreli belleğe atarak çoğu şeyi unutmayı tercih ederdin. İş bellekteki anılarınla kalsa yine iyi… unuttuklarının, unutmaya çalıştıklarının dahil olmadığı anıları beynin dahilmişçesine hayal ettirerek oyun oynamaya başlıyor sana, sonra kendini bir duvara bakarak hayal dünyanda mutlu dışarıdan mutsuz buluyorsun. Beyin… İnsanı yarı deli ilan eden çok sevgili organımız. Beynin sayesinde kafanın içerisinde o hiç susmayan düşünceler paramparça ediyor seni. Bazen sevgi, astım hastasıyken yokuş aşağı koşma

ALIŞILAGELMİŞ I-II-III

    I.  Neden böyle oldu bilmiyorum...Ne zaman buluşsak gittiğimiz o monotonlaşan tepeye gidiyorduk yine. Alışılagelmişin dışında hiçbir durum yoktu ama yan koltuğumda araba kullanan adam bana fazlasıyla yabancı geliyordu. Evet, o benim sevgilimdi, benim Semih'im değildi sadece Semih'ti.    Neydi beni ondan geri çeken? Neydi suratıma yalancı bir tebessüm yapıştırıp dişlerimi sıktıran? Arabada konuşmalar dönüyordu ama ben son ses olan müziğin ne olduğunu bile  çözemeyecek kadar sağırlaşmıştım. Sesim asla çıkmıyor ama benliğim avaz avaz ' eve gitmek istiyorum!' diye bağırıyor. Bu koltukta oturmak beni hiç bu kadar 'el' hissettirmemişti şimdi ne olmuştu da Semih'e sadece gizli gizli bakacak kadar cesaret buluyordum? Arabada herkes olduğunca eğleniyordu ama ben sadece eve gitmek istiyordum. Oysa aklımdan çıkan bir şey vardı, eve gitmeyi ne kadar kaçış yolu görsem de Semih'ten kaçamayacaktım. Gidebilecek bir yerim yoktu, mecburdum bana yabancı gelen bu

Seni Yüce Çamaşır Suyu

Yatağın sağ tarafından köpeğimin üzerime atlamasıyla rutin bir kalkış daha yakaladım bu sabah. Her gün bir öncekinin aynısıydı ve yaşamaya değer bulan her hücrem gün geçtikçe ölüyordu. Yatağımdan doğrulup karşımdaki ayna sayesinde kendimle göz göze geldim. Yüreğimin yorgunluğunun bedenime yansımasını uzun uzun izledim. Göz altlarım ,geceleri uyuyamamalarımdan; dudaklarım, sürekli ısırılmaktan mordu. Aynada her noktamı teker  teker incelerken, kahvaltı yapmam gerektiğini zamanın su gibi akıp gittiğini unuttum. Hiçbir şey yapmaya mecalim yoktu ama  yaşadığımı belli etmek zorunda olduğum insanlar vardı. Aynanın karşısından zar zor ayrılıp mutfağa attım kendimi, uyduruktan bir omlet yapabildim. Oysa ne çok severdim sabahları bir müzik açıp dans ederek mutfağa girip oyalana oyalana omlet yapmayı…Kahvaltımı yaptıktan sonra telefonuma gelen mesajlar sayesinde dışarı çıkmak zorunda olduğum dank etti aklıma. Aynanın karşısına tekrar geçtim. Kömür karası saçlarım birbirine dolanmış bir halat gib

İNSAN

  Yitip giden çok şey var dünyada. Mutluluğu tadamadan yitip giden  hayatlar. Güneş ışığına ihtiyaç duymasına rağmen camın önünce çok kaldı diye yanarak ölen bitkiler...Oyun oynaması gereken yaşta o lanet tabuta giren çocuklar...Çocuğuna daha iyi imkanlar sağlamaya çalışırken ölüme terk edilmiş babalar...Çocuğu için, döven kocasına katlanan analar...Sevdası uğruna ateşe atlayan sevdalılar...Oğlunun askerden dönmesini bekleyen annenin kahrı...Çocuk yaşında antidepresan kullanmaktan yolda zombi olarak gezmek zorunda kalan gençler... Genç yaşını yaşaması gerektiği zamanlarda elli yaşında gibi yaşayan yirmilik gençler... Tükenen çok şey var hayatta... 35lik rakı 5 dublede bitebiliyor mesela... Bir dal sigara keyifle 8 dakikada, körükle 3 dakikada bitebiliyor... Bir umutla tutunulan sevdalar 6-7 ayda bitiyor... Evlilikler 25. senesinde kapıdan çıkıp gidebiliyor. Kendine gelmen yirminde aklına gelebiliyor... Yorgun hayatlar tükenemeyebiliyor ama gençliğin çoktan geçiyor...

TERCİHLER VAHŞETİN ÇAĞRISI MIYDI BİZLERE?

    Sorgulamadık mı kaç kere yaşamlarımızı? Zaten sorguladığımız kadar var olmadık mı? Yaşama boşu boşuna gelmediğimizi hiç düşünmedik mi?     Modern felsefenin babası Descartes; ‘’Düşünüyorum,o halde varım.’’ Demişti ve bu dünyada düşündüğümüz kadar vardık.    Çoğu şeye inandık da asıl kendimize inandık mı?Neden hayatta olduğumuzu düşündük mü?Bir şeyler katamadan gitmek canımızı derininden yakmadı mı? Göçüp gittiğimiz bu kısa dünyada adımızın zikredileceği şeyleri yapmazsak ne anlamı kalır sorgulamanın. Sorgulamak sadece varlığı sorgulamak ya da insanları sorgulamak değildir ki insan kendini sorgulamadan nasıl kendini bulabilir? Kendinizi bulamadığınız bir dünyada ottan başka ne farkı kalır ki beyinin, ki şayet herhangi bir otun bile bir faydası vardır dünyaya. Dünyayı güzelleştirmek hepimizin elindeyken neden bu kötülük? Neden bu öfke? Neye kindarız böyle? Oysa her şeyi güzelleştirip, iyileştiren sihirli ellerimiz, büyülü beyinlerimiz varken neden dokunmuyoruz canı yananlara, h